29.6.20

Kitaplı mime devam


Leylak Dalı'nın yarattığı mime kaldığım yerden devam ediyorum. O ''pandemi, bulaş, maske, mesafe hepsinden bıktım'' diyor, onun için malum konuyu teğet geçiyorum. Halk kütüphanesinin uçsuz bucaksız gibi gelen rafları arasında gezinmeyi çok özledim.


6) Kitaplık düzeniniz neye göredir? Yazar adı mı? Yayınevi mi? Kitaplığa giriş zamanı mı? Rastgele mi?
Asıl kitaplığım Türkiye'de. Orada belirli bir düzenim yok. Boy sırasına göre dizerim. Aynı yayınevinden çıkmış serileri yan yana koymaya özen gösteririm. Karışık da olsa bütün kitapların yerini bilirim. Aradadım mı elimle koymuş gibi bulurum (çünkü elimle koydum). Amerika'daki kitaplığımda biraz düzen var diyebilirim, çünkü evdekilerle paylaşıyorum. 

7) İmzalı kitaplara önem verir misiniz? Kitaplığınızda imzalı kitaplar var mıdır, hangi yazarların imzalı kitaplarına sahipsiniz?
İmzalı kitaplara çok önem vermem. Bunun sebebi küçüklüğümden beri öldükten sonra kkitaplarının sahafa ''düştüğünü'' duyduğum kitapseverlerin hikâyeleridir. Herkesin kütüphanesi kendine özeldir, eşinin, çocuklarının aynı sevgiyi duymalarını, aynı özeni göstermelerini bekleyemeyiz. Yine de ölenlerin adlarına imzalanmış kitapları sahaflarda görünce üzülüyorum. İmzalı kitapların ömrü bir insan ömrü kadar kısa. Çok meşhur yazarların imzaları yahut kitabı imzaladıkları meşhur kişiler ise koleksiyon değeri vardır elbette. Yazdıklarına bayılsam, hayran olsam bile tanımadığım bir insanın imza gününde kuyruğa girip 4,5 saniyede adımı söylemek ve onun kalın keçeli kalemle harolop şurulop bir şeyler yazması beni mutlu etmez. (Belki imza günleri böyle değildir, hiç gitmedim. Bendeki imajı bu)
Bütün bunları yazdıktan sonra tam tersi bir şey de eklemem lazım. Arkadaşlarımın yazdığı kitapları alıp kendilerine imzalatıyorum. Bunu onları tebrik ve taltif etmenin bir yolu olarak görüyorum. Demek ki benim için yazarı bizzat tanımak, onunla bir geçmişimin olması önemliymiş. Kuru imzayla bırakmıyorum tabii, kitapları okuyup görüşlerimi söylüyorum.

8) Açık düzen kitaplık sevenlerden misiniz, yoksa camekânlı ve kapaklı kitaplıkları mı tercih edersiniz?
Açık kitaplık severim. Camekânlı kitaplık bana vitrin gibi geliyor. Kitapların tozunu almaktan erinmem, dokunmak, çıkarıp elime almak hoşuma gider. Kapaklı kitaplığı hiç istemem. Kitaplarıma bakarak düşünmeyi, her gözümü çevirdiğimde onları görmeyi seviyorum. 

9) Kitaplığınızdaki en değer verdiğiniz kitap ya da kitaplar hangileridir?
Buna kesin bir cevap veremeyeceğim. Tek bir tane yok. Kitaba bir nesne olarak bakıyorsak, bendeki baskıları artık bulunmayanlar çok değerli. Ama ben kitabın içindekileri fiziksel varlığından ayrı tutuyorum. Bu yüzden nesne olarak sadece nadir bulunanlar değerli diyebilirim. Ancak babamın yazdığı kitapları bu işin dışında tuttuğumu da söylemem lazım. 

10) Kitaplığınızda henüz okumadığınız kitaplar için ayrı bir raf var mıdır, yoksa karışık mı koyarsınız ya da okunmamış kitapları ayrı bir yerde mi muhafaza edersiniz?
Henüz okumadığım kitapları ayrı bir yere koymam, neresi boşsa oraya sıkıştırırım. Böylece kütüphanem benim için bir define sandığı oluyor, ''kendime küçük sürprizler'' yapmış oluyorum. 

11) Son olarak bir oyun yapalım, kitaplığınızın ilk rafına gidiyor ve sol baştan başlayarak kitapları sayıyor, yaşınıza denk gelen kitabın adını yazıyorsunuz.

Burada biraz hile yaptım çünkü kitaplığım iki ayrı bölümden oluşuyor. birinci bölümdeki kitap Çingiz Abdullayev'in Soyuqdan Dönməyən Casuslar isimli kitabı, ikinci bölümdeki ise Patrick Modiano'nun Babam ve Ben isimli çocuk kitabı. 








27.6.20

Kitaplı Mim

Ben de Leylak Dalı'nın başlattığı mime katılmak istiyorum. Soruları, hepsini şimdi cevaplayamayacağım için ikiye böldüm. 

1) Kitaplığınızın temelleri ne zaman atıldı, ilk kitaplığınız devam mı, yoksa yıllar içinde yeni kitaplıklar mı oluşturdunuz? 
Baştan beri benim kendime ait bir kitaplığım olmadı. Okumayı öğrenmemden itibaren babamın kitaplığını karıştırmaya başlamıştım. Bana alınan çocuk kitapları da evimizdeki raflara yerleştirilirdi. Sonradan o kitapları birilerine verdiler sanırım. Onun için kitaplığımın temeli babamın kitap toplamaya başlamasıyla oluştu diyebilirim. O kitaplık devam ediyor. 
Yurtdışına taşınmam ve bu ülke içinde de yıllar içinde pek çok defa taşınmam hasebiyle her evimde küçük bir kitaplığım oluştu. O kitapların bazılarını evden eve taşıdım, bazılarını Türkiye'ye götürdüm, bazılarını da bağışladım. Meselâ buradaki kütphanelerde ikinci el kitap satışını öğrendiğim gün, Agatha Christie'nin kitaplarını toplamaya başlamıştım. Hepsini buldum, hatta aynı yayınevinin bastıklarını topladım. Türkiye'ye götürecektim, ama o sırada posta işlemleri değişti, eskisi gibi az maliyetle kutu kutu kitap yollayamaz olduk. Üç taşınmadan sonra, baktım olacak gibi değil, topladığım bütün Agatha Christie kitaplarının e-kitap baskısını aldım, koleksiyonumu da halk kütüphanesine bağışladım. Şimdi Türkiye'deki evimde, Amerika'ya gelmeden evvel Türkiye'deyken aldıklarım, buradan götürdüklerim ve babamın kitaplarını eklediğim bir kitaplığım var.

2) Kitaplığınızdaki en eski kitap hangisi?
Sanırım en eski kitap ya 1932'de ya da 1937'de basılmış olan bir alfabe. 

3) Kitaplığınıza ilâve ettiğiniz en son kitap hangisi?
İbram X. Kendi'nin How to be an Antiracist adlı kitabını aldım.

4) Kitaplığınızda bir başkasından alıp iade etmediğiniz kitap var mı? 
Yok. Kimseden kitap almam, birinde görürsem ve okumak istersem hemen akşamına gider satın alırım. 

5) Kitaplığınızdan bir başkasının isteyip geri getirmediği kitap ya da kitaplar var mı?
Var! En yeni hikâyeyi anlatayım. Afacan Beşler'in orijinalini set halinde almıştım. 22 kitaplık bir set. 5 tanesini bize gelen bir ailenin çocuklarına okumaları için verdim. Vermez olaydım. Geri getirmediler. Çok fena içime oturdu. Set olmasa herhalde bu kadar üzülmezdim, ama rafta 17 tanenin arasında 5 eksik olunca her gün gözüme batıyor. Bazen gece rüyâlarına girsem de (kâbus olarak tabii) sabah nedâmet getirip bana postalasalar diye hayal kuruyorum. 

Acımı anlatabilmek için bir fotoğraf koyuyorum.







14.6.20

Bir yaz gecesi rüyası



Herkesin derdi kendine büyük. Eğer 3 aydır dünyaca eve kapanmasaydık, bugün 3 günlük bir Münih molasının ardından Ankara'ya ayak basmış olacaktık. Kuş olup uçacaktık.

İptal ettiğim seyahatimizin yasını tuttum bugün. 

Sonra güzel bir yemek yedik, şimdi çay içiyorum. Dışarda hava şurup gibi. Nefis bir yaz gecesi. 

Hayat devam ediyor. 


Bu gece rüyamda ne göreceğim?




7.6.20

BLM, belediye, biber gazı oley.

Bu ülkeye ilk geldiğimde ikiz kuleler daha ayaktaydı.  New York'a gezmeye gittiğimizde yanından geçip bakmıştık. Çok yüksektiler, cam kaplıydılar. Sağlı sollu gökdelenlerin yanında gökdelen adını gerçekten hak eden binalardı. Bill Clinton başkandı. Hani 17 Ağustos depreminden sonra Türkiye'ye gelen, kucağına aldığı bebeğin burnunu mıncıkladığı adam.

11 Eylül saldırısının sonrasında hem çalıştığım kurumda bize yollanan mesajlara, hem de beraber çalıştığım iş arkadaşlarımın tepkilerine çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Çalıştığım yer kendisini iyi hissetmeyenler için ücretsiz psikolojik destek imkânı sağlamıştı. Korkudan işe gelememek normaldi. Geliyorsan geliyordun, gelmezsen kimse niye gelmedin demiyordu. Günün herhangi bir saatinde bunaldığını hisseden gidip bir psikolog ile konuşabiliyordu. İşin yürümesi için fedakârlık etmek değil, bireysel iyilik öncelikliydi. Tabii güvenlik önlemleri had safhada idi. Kimlik kontrolleri artmıştı, her yerde polis noktaları falan filan.

Bütün bunlara alışık olmayan arkadaşlarım bir şok içinde yaşıyorlardı. Benim rahat tavırlarıma da anlam veremiyorlardı. Hiç mi stres olmuyordum? Korkmuyor muydum? 1. Irak savaşını televizyonlardan seyretmişlerdi. Sınırımızda bombalar patlamıştı o zaman. Hem terör de vardı Türkiye'de. Kendimi onlara stresle başa nasıl çıkılacağı ve gündelik hayatın nasıl devam edeceği konusunda örnekler verirken buldum: Gözünü kırpmadan bebek öldüren katiller, şehirlerde çöp tenekelerine bomba koyuyorlar. Dolayısıyla yolda yürürken çöp tenekelerine yaklaşmıyorsun. Bir yere girdiğinde, meselâ sinemaya, acil çıkış kapısı nerededir, farketmeden biliyorsun.  Bakmıyorsun ama çoktan görmüşsün... Böyle şeyler söylemiştim. Bana dehşet içinde bakmışlardı.

Şimdi Amerika'da zenciler* yüzyıllardır çektiklerinin hesabını sormak, haklarını aramak için bir kere daha ayaklanıyorlar. Başkan denen mahlûk ise insanı insanlığından utandırıyor. 50 eyaletin 50'si de zencilerin yanında, onlarla beraber sistemi, ayrımcılığı protesto ediyor. Geçmişi yüzyıllara dayanan bir problemi çözmek istiyorlar.

Son birkaç günde sistemin içine işlemiş olan zenci düşmanlığı ve ırkçılık** en çok polisin göstericilere davranışlarıyla ortaya çıktı. Göstericilere orantısız kuvvet kullanan polisler ifşa ediliyor.

Henüz değişim olur mu diye sorgulamaya başlamadılar. Genel olarak, şirketler satış artırmak için, beyazlar ve zenginler -sosyal medyada- moda olduğu için  black lives matter (BLM) hashtag'i ile desteklerini -ve kendilerini- gösteriyorlar. Zencilerin çoğu biz bu filmi gördük diyor.

Bazı büyük şehirlerde halk protestolar yüzünden ilân edilen sokağa çıkma yasaklarına uymamaya başladı. Washington DC'nin belediye başkanı Beyaz Saray'ın hemen dibindeki sokağa sarı boyayla black lives matter yazdırdı, Trump'ın elinde İncil'le fotoğraf çektirdiği (ve poz verebilmek için oradaki protestocuları biber gazı kullanarak dağıttığı) kilisenin önündeki alana Black Lives Matter Plaza ismini verdi. Trump'a ''benim şehrimde asayiş berkemal, federal kolluk kuvvetlerini şehrimden çıkar, kimliği belli olmayan, yaptıklarından sorumlu tutulmayacak güvenlik kuvveti istemiyorum'' diye mektup yazdı. (Belediye başkanlarının yetkisi epey fazla.)

Oportünistlere rağmen, kaz kafalılara rağmen, geri kafalılara rağmen değişim oluyor. Yavaş da olsa oluyor.



* Türkiye'de zannediyorum siyahî demeyi tercih edenler var, ama zenci kelimesi Amerika'da kullanılan aşağılayıcı kelimenin karşılığı olmadığı gibi, siyahî de 'African-American'ın karşılığı değil. Tabii dil devamlı gelişen bir şey, belki yıllar içinde bu kelimelerin anlamı değişecek ya da dönüşecek.

**Amerika'daki ırkçılık deyince daha çok ten rengine göre ayrımcılık ve düşmanlık yapmak anlaşılıyor.

1.6.20

Interregnum

Benim için Korona miladının ne olduğuna karar veremiyorum. Başlangıç tarihi olarak Çin'de virüsün yayıldığının ilân olunduğu tarih (bilhassa 'yayıldığı' değil 'ilân olunduğu' dedim) olabilir, ama Amerika'nın ''biz her şeyden uzağız yeu!'' zihniyeti yüzünden o gün milat değildi.

Yaşadığım yerde sokağa çıkışın kısıtlandığı gün diyeceğim ama ondan çok günler önce biz zaten dışarı çıkışımızı kısıtlamıştık. Öz-kısıtlama? Bu da tam Amerikan Türkçesi. Yani o gün herşey birden tersine dönmedi.

...

Düşündükçe benim için bu miladın zaman biriminin gün değil, günler toplamı olduğuna karar verdim. 13 Mart'tan bugüne kadar gelen, daha da sürecek olan bir zaman birimi. Bir nevi fetret devri. (Osmanlıya referans modasından geri kalmamam lâzım.)

---

Öncesi var, sonrası olacak. Aradaki günler ise her ikisinden de farklı. Bulutların üstünde gibi ama değil, ayağının altındaki toprak çekilmiş gibi ama değil. Ne iyi, ne kötü; öyle bir köksüzlük hâli.