30.8.06

30 Ağustos Zafer Bayramı tüm yurtta coşkuyla kutlandı

... ya temsilciliklerde?

Bugün e-posta hesabıma Zafer Bayramımı tebrik eden mesajlar geldi. Hepsi yurtdışında yaşayan Türklerden. Samimi, heyecanlı ve orijinaldiler. Hürriyet'te gördüğüm manşet ise şaşırttı.

30 Ağustos Zafer Bayramı burada pek hatırlanmıyor. Halbuki 1789'u olanlar 14 Temmuz Bastille Günü'nü hatırlamış bakın.

Bana gelince, ben bayramı kutluyorum. New York'ta yapılan geçmiş Türk Günü yürüyüşlerinden birinden kalan bu ufaklıkların fotoğrafıyla.

25.8.06

Çekçek

Bu da bir (aynı) arkadaştan:

Bu sürücümüz diyor ki, ben seni çekmekle uğraşamam...
You (sen), tow (beni) , me (çek).*



* esinti kaynağı: G.O.R.A.

Yolların Kralı


Eski arabaları olanlar Tacoma'da bir panayırda buluşmuş. Çok güzel arabalar vardı. Hepsi trafiğe çıkabilecek durumda. Arabalarını sergilemek ve yarışmaya katılmak isteyenler 15 dolara kaydoluyorlar. Trafiğe kapatılmış geniş bir sokakta -ki bizim ölçülerde büyük bir cadde genişliğinde kadar oluyor bu sokaklar- ve hemen yanındaki park yerinde ardarda dizilmiş, 100-150 araba arasında gezinmek ise bedava.







Direksiyonun hemen altındaki konserve tavuk tenekesi.











Araba sahipleri ve ahali:

14.8.06

Süpersonik Fırtına

Amerikan profesyonel basketbolu, bütün dünyada olduğu gibi bizde de Millî Basketbol Birliği (NBA) çatısı altında oynanan maçlarla biliniyor. Halbuki Amerikan seyircisi pek çok faklı ligi takip ediyor (ve Reha Muhtar ağzıyla ekleyecek olursak, ettiriliyor). Basketbolseverler için profesyonel oyuncuların olduğu Kadınlar Ligi (Women's NBA - WNBA) ve amatörlere ait Üniversite Ligi (National College Athletic Association - NCAA) de var.


Murat Murathanoğlu - İsmet Badem birlikteliği magazine düşmeden çok evvel, kırpık NBA kliplerini göz kırpmadan seyreden, kopi-peyst resimlerle renklendirilmiş tercüme basket dergilerini birbiriyle değişen bir nesle ait olan ben, ilk NBA maçımda tribünün en tepesine yerleştiğimde "çocuklar gibi şendim" aslında. (Epey olmuş o maça gideli yahu.)

O zaman gözüme çarpan ilk farklılık şuydu: Tezahürat yok. Daha doğrusu, seyirci kendi başına tezahürat yapmasını bilmiyor. Foucault hoppalaa! derdi herhalde ama yazıyorum, bütün sahalarda panopticona benzeyen bir mimari var.

Önde oturmak için pahalı biletlerden alamayan mutsuz çoğunluk kuşbakışından oyuncuları karınca gibi görmesin diye sahanın tepesine büyük ekranlar konulmuş. Ekranların hemen altında da elektronik hareketli mesaj panoları var. Bu panolarda maçın durumuna göre renkli harflerle birşeyler yazıyor, seyirci de tepki veriyor. Mesela

Make Noise!! - seyirciler anlamsız şekilde hoooo heeeey diye bağırıyor,

DEFENSE! - seyirci mü-da-faa diye tempo tutuyor.

Bazen aşka gelip Go Team! diye bağıranları saymazsak, tezahürat konusunda sonuç hayal kırıklığı.

Her spor karşılaşması gibi bu da bir aile faaliyeti. Anne-baba-çocuk şeklinde topluca gelenler de var, boşanmadan sonra ancak hafta sonu gördüğü ebeveyninin elinden tutmuş tek çocuklar da...

Sadece spor karşılaşmalarına özgü olmayan ve artık bütün dünyanın bildiği gibi; Amerikalı her ahval ve şerait altına yer! Hot doglar, nachoslar, dilim pizza... aklınıza ne gelirse.

Herşeyden önemlisi, seyirciler maça eğlenmek için gelir. Bildiğiniz gibi Amerika'da futbolun 45 dakikalık 2 devreden oluşması yüzünden tutmadığı/tutmayacağı söylenir. Hem reklam verenler için yeterli zaman dilimleri oluşmaz, hem de sık sık mola ve devre arası olmadığından maç alanında yeterince satış yapılamaz. Belki seyircinin konsantrasyonu da etkendir, bilemiyorum. Neyse, 4 devreden oluşan NBA maçlarına bir de molalar eklenince ortalık şenliğe dönüşüyor. İnsan maça değil de lunaparka gelmiş gibi hissediyor.

Alttaki fotoğraf, devre arasında seyircilerin "tren oluşturmak üzere" sahneye davet edildiği anda çekildi. Yüzlerce çocuk sahneye aktı:) Uyarı zili çalınca da çil yavrusu gibi dağıldılar. Saha anında boşaldı, devre gecikmesiz başladı .



Yine devre arasında köpek yarışı:

Bu da mola sırasında dansçı çocuklar:

Bütün bu fotoğraflar, Seattle Storm'un bir maçında çekildi. Şu sıralar Seattle basketbol açısından çalkantılı günler geçiriyor çünkü bir zamanlar İbrahim Kutluay'ın kadrosunda olduğu Seattle Supersonics'le beraber bu takım Oklahoma City'den bir grup işadamı tarafından satın alındı. Takımların eski sahibi -Starbucks'ın da sahibi olan- Howard Schultz, maçların yapıldığı spor salonunun (aslında spor salonu denemez, koca bir kompleks) mevcut haliyle yeterince kâr etmediğini söyleyip, genişletilmesini istiyordu. Salonun tadilat masraflarını üstlenmesini bekledikleri belediye bu işe yanaşmayınca satıverdi.

Supersonics her yaştan epey seyirci topluyordu; Storm seyircileri ise çoğunlukla kadınlardan oluşuyor. Özellikle l_ez/bi_*yenler (google-searchzede olmayalım durup dururken) takımın satılmasına oldukça üzülüyorlar. Tepkilerini her molada böyle dile getirdiler.



10.8.06

Kim bu Eldi?

Yolda alelacele çektiğim bir kare. Araba sahibi LD'ye teşekkür etmiş. Palakada 7 harften fazlasına izin olmamasını ve bu insanların Tanrıyla ilgili saplantılarını gözönüne alınca bendeki ilk çağrışım "Thank You Lord" oldu. Belki de isminin baş harfleri "Le" ve "De" olan birisi bir iyilik yapmıştır, kimbilir? (Başlıktaki Eldi, Ceyar'dan esinlenmiştir.)

1.8.06

Every Day is a Winding Road (*)

Bir arkadaş geçen sene Aralık'ta bir park yerinde çektiği fotoğrafı bana yolladı. Bütün hayat hikayesini cüzdanında taşıyan insanlar olduğu gibi arabasına yapıştıranlar da varmış meğer.

Bakınız
- country ve rock müzik dinleyen;
- kayak (muhtemelen snowboard) yapan, aynı zamanda sörfçü;
- gitar çalan (bas mı?), davula da uzak olmayan;
- biraz kaba ama içi dışı bir (trafikte orta parmağını kaldırmaktan çekinmeyen bir yapısı varmış da kendisinin - horn broken watch for finger),
- tanrıyı uzaktan seven;
- biraz şişman (eat well, stay fit, die anyway - sağlıklı ye, egzersiz yap, yine de öleceksin)
- espri anlayışı zaman zaman normalin biraz altına (no money - can't pay attention - tercüme edince anlam kayboluyor) düşmekle birlikte;
- cesur (porn star on board - arabada porno yıldızı var) ve
- orijinal (I eat children - çocuk yerim) bir insanı tanıdık.

Bütün bunlardan sonra Türkiye'de ilk bakılacak şeye en son baktığımı farkettim: Arabası Subaru.

Hoş BMW olsa ne olacak?


(*) Sheryl Crow'un Subaru reklâmında kullanılan şarkısı

Not: 3 satırlık bir düzyazıyı gereksiz köşe yazarları gibi 20 satıra çevirdiğim için özür diler, 3 nokta kullanmamamın lehime bir puan olarak kaydedilmesini rica ederim.